Sahnelere yansıyan sofralardan bahsetme zamanı.
Sinema, yemeğin hayatımızdaki yerini incelemek için kullanılabilecek en gerçekçi araçlardan bir tanesi. Sinema sahnelerinde bir yemek sofrasını izlerken alt temada işlenen ritüelleri, yemeğin aile geleneklerinde oynadığı rolü hemen hissediyorsunuz. Daha da önemlisi filmler insan ilişkilerimizi ve bunların boyutlarını pekiştirme üzerine kuruluyor. En nihayetinde yemek yeme eylemi ve yemek sofraları sosyallik ihtiyacımıza hizmet ediyor. Buna bir örnekle başlamak gerekirse; kimi kültürlerde ritüel olarak kabul edilen yemek yeme eylemi ve bunun kültürel alt yapısı ‘Kuskus’ filminde oldukça yalın bir dille anlatılıyor. Film, oldukça geniş Orta Doğulu bir ailenin yemek yemesini perdeye aktarıyor. Tabakları porsiyonlayan ellerin, elden ele gezen tabakların ve oldukça renkli ve çeşitli baharatların bulunduğu sahnelerden sonra karakterlerin yemeği yiyişi ve aldığı haz kameralara yansıyor. Tören niteliğindeki sahneyi izlerken aile için yemek sofralarının bir ritüel olduğunu görebiliyoruz.
Yemeğin verdiği bireysel hazları işlemeyi tercih eden bir senaryoya sahip 1996 yapımı Big Night isimli filmde Kuskus' un aksine aile ilişkilerinden sıyrılıp tat ve hazzın kendisine odaklanılıyor. Filmin ana karakteri sektörde işleri iyi gitmeyen bir restoran sahibi.
Amacı son kez olağanüstü bir yemek yaparak İtalyan- Amerikan asıllı şarkıcı Louis Prima’yı etkilemek. Bu durum New Jersey sakinlerine uzun yıllar İtalyan mutfağını tanıtmış ve ana karakterin kardeşi olan Primo için de vazgeçilmez bir fırsat oluyor. Sonuca bağlanmamış, filmde nerede tat ve haz gördüğümüzü söyleyebiliriz. Sanırsak, söz konusu yemek olunca aile ilişkileri hep bir şekilde konuya dahil oluyor. Cımbızla yerleştirilmiş gibi süslü hazırlanmış tabaklar etrafta uçuşurken, İtalyan kültüründen notlar taşıması amacıyla masa ve üzerindeki servis takımı ekranlara yansıyor. Yemeklerin sıra sıra servis edildiği sahnelere sıçrayan kamera çekimleri, bu lezzetlerle büyülenmiş müşterilerin surat ifadeleri takip ediyor.
Son filmimize gelecek olursak; yine İtalyan yemeklerini ana konusu olan 2009 yapımı I Am Love'a geçiyoruz. Filmde tekstil fabrikalarına sahip elit bir ailenin varisi Emma Recchi’yi ve başkalarının mutluluğu için çabaladığını izliyoruz. Filmin yemek sahnesi oldukça lüks bir bankette gerçekleşiyor. Cenaze yemeği hissi yaratarak işlenen yemek sahnesi, insanların aldığı hazlara oldukça duyarsız ve akıllarda adeta zevk alamayan bir grup insanın bir araya geldiği düşüncesini uyandırıyor. Oldukça gergin olan ortamda, yemeğe ve verdiği hazlara ne kadar az değer veriliyorsa insana da aynı değer veriliyor.
Zira ana karakter Emma, yıllarca başkaları için oldukça sistemli ve kuralcı bir hayat yaşarken kendini yemeklerden ziyade servis hızına ve düzenine verilen önemle tartıyor.
Hikayenin asıl yükselişe geçtiği ve heyecanlandırdığı nokta ise Emma’nın genç bir şefe aşık olarak evden kaçmasıyla başlıyor. Emma’yı bu karamsar hayattan kurtaran karakterin bir şef olarak işlenmesi de yemeğin ve tutkunun ilişkisini bir kez daha gözler önüne seriyor.