Tarihin ilk 'foodie'lerinin Doğu Romalılar, yani Bizanslılar olduğunu söylesek yanlış olmaz. Büyük ziyafet sofraları, kavrulmuş nohutlar, zeytinyağı, unkapısı-balkapısı ve yağkapısı yöntemleri ile Bizanslılar yemek düşkünlükleri ile tarihe adlarını yazmıştır.
Bu kültürlerin yemek üslubuna gelecek olursak; Yeni Roma’yı temsil eden İstanbul’da, imparatorlar yemeklerini kalabalık topluluklarla beraber ve daha çok yatay pozisyonda yemeyi tercih etmekteydi. Sindirime yardımcı olduğu düşünülen bu tüketim biçiminin yanı sıra, çiğnedikleri yemekleri yutmadan yanlarında bulundurdukları kaplara çıkararak daha fazla tadın lezzetine varmayı hedefleyenler de vardı.
Bizans’tan Osmanlı’ya geçen bu yeme alışkanları aynı zamanda kullanılan malzeme çeşitliliklerini de kapsıyordu. Örneğin; çeşitli balıklarla yapılmış dolmalar, kullanılan baharatlar, Hıristiyan toplulukların oruç dönemlerinde tükettikleri ot ve bakliyatlar Osmanlı’da da varlığını sürdürüyordu. Ayvalık’taki manastırlarda üretilen zeytinyağları Osmanlı döneminde İzmir ve Aydınlı kadınlara devrediliyor, palamut ve lüfer gibi balık türlerinin pişirilme yöntemleri ise günümüze kadar ulaşan zengin bir mutfak kültürünü oluşturuyordu. Şekerin çok sonraları dahil olabildiği tabaklarsa genellikle pekmez ya da bal gibi tatlandırıcılar kullanılıyor, önce başlangıçlar ve ardından ana yemek ile tatlı servisleri yapılıyordu. Bizans’tan farklı olarak Osmanlı sultanları çeşitli sebeplerden ötürü yemeklerini tek başlarına tüketseler de geniş ziyafetlere mutlaka dahil oluyorlardı.
Osmanlı Saray Mutfağı’nın malzeme zenginliği uçsuz bucaksız olmasına rağmen bugün ne yazık ki yalnızca İstanbul ve Edirne gibi Marmara illerinin bazılarında bu tarifleri uygulayan restoranlar mevcut. Bazı tarifler sonsuzluğunu korusa da, bazı tariflerinse zamanla tamamen değiştiği ya da kaybolduğunu söylemek yanlış olmaz.